Ebû Süleyman Dârânî -rahmetullâhi aleyh- şöyle bir hakikati dile getirmiştir:
Kalbe doğan mânevî işaretler, çoğu zaman insana bazı sırlar açar. Fakat o, bu bilgilerin doğruluğundan emin olmadan onları kabul etmezdi. Her seferinde ölçüyü iki şâhit üzerine kurardı: Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye. Bu ikisine dayanmadıkça, gönle gelen her ilhamın güvenilir olmayacağını söylerdi.
Dârânî, bir âyet üzerinde günlerce, hatta haftalarca tefekkür ettiğini aktarır. Öyle ki, bazen bir tek âyetin mânası zihnini öylesine kuşatırdı ki, başka bir konuya geçmek ona mümkün olmazdı. Bu derin düşünce, onu hem hayranlığa hem de tefekküre götürürdü. Bazı zamanlar ise, Kur’ân’dan gelen bir hakikat, aklı âdeta sürükleyip götürür; insanı kendi gücünün çok ötesinde bir idrake ulaştırırdı. O noktada Dârânî, tekrar dengeye döndüğünde, bu hâli ona geri veren Yüce Allâh’a şükrederdi.
Onun bu yaklaşımı bizlere şu gerçeği hatırlatır: Hakikat arayışında ölçü, daima Kitap ve Sünnet olmalıdır. İnsan kalbine doğan her düşünce, her ilham ya da sezgi, ancak bu iki kaynağın terazisinde tartılırsa değer kazanır. Aksi takdirde, kişiyi yanıltma ihtimali yüksektir.
Bugün bizler de Kur’ân âyetlerine yöneldiğimizde, onların üzerinde yüzeysel değil, derinlemesine düşünmeliyiz. Bir âyetin mânasını anlamak bazen uzun zaman alabilir. Sabırla ve samimiyetle yapılan tefekkür, kalbin ve aklın ufkunu genişletir. Zihni aşan hakikatlerle karşılaşıldığında ise, Allah Teâlâ’ya sığınmak, O’nun kudretini tazim etmek en güvenli yoldur.
Böylece Ebû Süleyman Dârânî’nin sözleri, bize şu mesajı verir: Kalp yolculuğunda keşifler, ilhamlar ve mânevî açılımlar olabilir; ancak hepsi Kur’ân ve Sünnet’in rehberliği ile anlam kazanır. Gerçek huzur ve doğru bilgi, ancak bu ölçüye bağlı kalanlara nasip olur.